Cumali Kalıp sevenlerin buluşma noktası...
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Cumali Kalıp sevenlerin buluşma noktası...

Cumali hocayı tanımak ayrıcalıktır
 
AnasayfaAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 ÜMİTSİZ BEKLEYİŞ (PART_1)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
crowone




Mesaj Sayısı : 3
Kayıt tarihi : 06/03/09

ÜMİTSİZ BEKLEYİŞ  (PART_1) Empty
MesajKonu: ÜMİTSİZ BEKLEYİŞ (PART_1)   ÜMİTSİZ BEKLEYİŞ  (PART_1) Icon_minitimeCuma Mart 06, 2009 9:42 pm

ÜMİTSİZ BEKLEYİŞ
Güneş, dağların ardından kaybolmuştu. Görünmez bir el, gündüzü çekip almış, geceyi başlatmıştı. Yıldızlar, torbalarından bir bir kaçıyordu. Akşama dek çalışan insanlar, hızlı adımlarla evlerine koşuyorlardı. Bunların birkaçı neşeyi omuzlamış, birçoğu hüznü sırtlamış, koşarcasına, alın terinin bereketini paylaşacağı evlerine doğru gidiyorlardı. Onların pek çoğu, çocuklarına yarın için ümitten başka bir şey veremiyorlardı.
Çaresizlik, yokluk ve sefalet bu insanların tek ortak yanıydı. Yine de yokluğa sabredilir, bu günlere şükredilirdi.
Annesi: ‘’Sabır: acı ve üzüntüye katlanmak; zorluk, güçlük ve kötülüklere dayanmaktır.’’ Derdi.
Sabır ve isyan… Sabır acılardaki sırrı hissedebilmek, tahammül etmenin lezzetini tadabilmek, olgunlaşmanın bereketini hasat ederek insan olabilmek… Şükürdeki bereketi yakalayabilmek… Ama isyan öyle mi? İsyan, insanı içten içe kemiren bir kurt, benliğini yiyip bitiren habis bir ur değil midir? İsyan, kazanayım derken kaybeden insanın, günden güne yok oluşunun bir simgesi değil midir?
Kur’an-ı- Kerim’de Allah: ‘’Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdi.’’ Buyurmuyor mu? Öyleyse, yarınları kazanabilme adına bu gün kaybeden biz olsak, ne çıkar?
- Baba, yine dalıp gittin, ne düşünüyorsun?
Düşünce deryasının girdabında her gün çırpınıyor, dalıyor, çıkıyor, kısa bir süre nefesleniyor; sonra yine anaforun içinde kayboluyor, elini tutup kendini kurtaracak bir dost, dostlar arıyordu.
Canına, canından bir parçasını, dert ortağı oğluna, Naci’sine baktı. Kaçırmaya çalıştığı çaresizlik, gözlerinin her bir karesine nakşolunmuştu.
- Çıkacağız buradan birlikte, bu derdin dermanı ümittir, biliyorsun. Ne olur, kaybetme onu…
Gülümsedi Mustafa, neden güldüğünü de bilmiyordu. Bu, bir ümit parıltısının tebessümümüydü? Tükenmenin, teslimiyetin nişanesi miydi? Bilemiyordu…
Henüz emekli olmuştu. Otuz yıla yakın yorucu çalışmanın sonunda, rahat edeceği, eşi ve çocuklarıyla daha çok birlikte olacağı günler başlayacaktı. Hayalini kurduğu günler yaşanacaktı. Erkenden işe gitmediği günler…
‘’Bineriz arabamıza, hep birlikte çıkarız Karadeniz gezisine… Ölmeyecek miyiz sanki? Her gün bir şehir görürüz.’’
Hasretini duyduğu, dört gözle beklediği günler gelmişti. İkramiyesini de almıştı. Rahata ermişti (!) Rahata erdiğini zannetmişti… Hafife aldığı, basit dediği, gelip geçici zannettiği hastalık vücudunu esir alıncaya kadar bu hayaller ruhunu okşuyordu adeta.
İnanamamıştı… ‘’Kanser’’ hastalığına yakalandığına… Biraz geç kalmanın, ilk muayenede tam teşhis konmamasının bedelini çok ağır ödüyordu. Her geçen gün bedeninin farklı bir uvzu kanserle tanışıyor, her ışın tedavisi kendisine cehennem azabını yaşatıyordu.
Bir buçuk yıla yakın ‘’Konya-Ankara’’ arasındaki mekik dokumuştu. Bedeninin her bir hücresinin tedavi adı altında yanışına, yok oluşuna şahit oluyordu. Hep o ümitle, yarını kazanabilme adına, hayallerini gerçekleştirebilme uğruna… Gelecek adına sabrediyordu.
Anlaşılmaz bir duyguyla içeriye girivermişti. Kötü bir rüya görmüştü, çok kötü… Babası, Konya Kara yollarının emekli işçisi Mustafa, çınar iken içi çürümüş bir ağaca dönen çilekeş adam, pencereden dışarıyı seyrediyordu. Sessizce pencereye yaklaştı. Babasını, daldığı hayaller aleminden uyandırmaya çabaladı. Pencerenin bir kenarına o da ilişti, baktı. Ta ötelere baktı. Ağaçların birçoğu gelinliklerini giymiş bahar takılarını ayaklarına kadar sarkıtmıştı. Bunlar şimdi baharı müjdeliyorlardı. Serviler gökyüzünün engin boşluklarına doğru uzanıyor, irili ufaklı kuşlar ötüşüyorlardı sanki babası ve kendisi gibiydi kuşlar… Bazıları kederli, kimi şen şakrak cıvıldıyordu. Yeşil ve ince dalların üstünde durmak için çabalayan kuşlar, feryat ederek, insanlara yolun sonuna yaklaşıldığını haykırıyordu. Gümüş tepsiyi, güneşi, birkaç saat sürecek kısa yolculuğuna uğurluyordu. Kimine göre bitiş, kimine göre başlangıç noktası akşam, çığlıklar atılıp karşılanıyordu. Varlıkların hangisi hayatın bitişte olduğunu, her şeyin gelip geçici olduğunu anlatmıyordu ki…
Babası, ölüme saniye saniye yaklaşan evin çınarı, ‘’Hayat, doğumdan ölüme uzanan kısa, ince bir çizgidir’’ derdi hep. Hayat ve ölüm… Fanilik ve bakilik… Ezel ve ebed… Hayat, sevinç gözyaşlarıyla şekillenen resim kareleri… Acıların, mutlulukların sarmaş dolaş olduğu zaman dilimleri. Fakat ölüm?! Ölüm geride kalanlara sadece acı yaşatan ürpertici bir gerçek dönüşü olmayan meçhul bir yolculuk… Haber alınamayan uzak bir gurbet… Hayat, zıt kavramların barışık yaşadığı çelişkiler manzumesi… Ölüm, gözyaşlarının kader birliği yaptığı tek ortak nokta…
Koca Yunus, gönüller sultanı ne güzel söylemiş ‘’Bir garip ölmüş diyeler/Üç gün sonra duyalar.’’ Ölümün soğukluğunu ve bir o kadar da düşündürücü özelliğini ne güzel vurgulamış. Ölüme hazır olabilmek… Ölüme teslimiyet gösterebilmek…
- Naci!
Babasının sesiyle, daldığı mana aleminden madde alemine geçiverdi. Babasının gözlerine baktı. Işıkları bir bir sönen şehrin karanlığı görüyordu. Bir müddet bakıştılar. Dillerin söylemekten korktuğu acı gerçeği gözler anlatıyordu. Her iki bakışın buluştuğu ortak nokta çaresizlikti. Biri, gözlerinin tükenişine yalan maskesini geçirmiş, ümitli gözüküyor, diğeri teslimiyet, acizlik ve çaresizlik damlalarını bir bir akıtıyordu. Koca çınar yine ağlıyordu.
Zerda, Faruk, Naci… Canlarını, canından parçalarını kimlere bırakıp gidecekti? Hele hele Faruk… Her üçününde mürevvetini görmeyi ne çok istiyordu. Zerda’ sının gelinliğini, Faruk’unun, Naci’sinin damatlığını hep hayal etmişti. İşte, hayalden öteye geçemeyecekti bu duyguları.
Kardeşi Osman’ı hatırladı bir an. Neden daha sık gelmiyordu? Neden yanında daha çok kalmıyordu? Başını omzuna yaslayıp uyumayı ne çok istiyordu. Ama yine yoktu yanında. Bu düşüncesi de hayalden öteye geçememişti.
‘’Babam’’ dedi Mustafa içinden… ‘’Babam, yüreğimin ortasına bir bıçak saplayıverdin. Ölmeden mezar yaptırdın babam… O kabri bana mı açtırdın yoksa babam? Neydi acelen be babam, neydi acelen?’’
‘’Mezarım ölmeden açılmış, cesedim şimdiden paylaşılamaz hala gelmiş sonu ölüm değil mi? Konya’ya da gömülsem, Ereğli’ye de gömülsem sonu kara toprak değil mi?’’
Dostlar, gerçek dostlar… Derdini dert bilen gönül insanları… Hastalığın pençesinde can çekişen insanın dermanı bunlar değil miydi? Onlar, gökyüzündeki yıldızlar gibiydi. Karanlıklara inat parlayan ışık huzmeleri misali, inci taneleri misali dostlar… Bulunması ne zormuş demek… Her canın bir dost olmadığını, her dostun canına can kattığını, yaşama gücü verdiğini bu derde düşünce anlamıştı. Duvarlara baktı. Ne zaman bakışmıyorlardı ki... Buraya yattığı günden beri ortağıydı duvarlar, sırdaşıydı. Sen, dedi, mezarımın kitabe taşı olsan gelen geçen okusa seni, yaşadığım çileyi sende harf harf görseler. Çilelerime nasıl dayanıyor, nasıl çatlayıp darmadağın olmuyorsun ey duvar? Çile yolculuğumun harf arkadaşı, sabrının kaynağı ne?’’
- Baba, Filiz halamla Nesrin halam geldiler.
Mustafa son bir gayretle başını kapıya doğru çevirdi. Ablası ile evin en küçüğü, dert ortakları gelmişlerdi.
- Abim, canım abim, nasılsın?
Her ikisi de günden güne eriyen ve ölüme adım adım yaklaşan bu çaresiz insana sıkı sıkıya sarılmışlardı. Hele küçüğü… Sımsıkı sarılıyor, avuçlarının arasından kuşunu kaçırarak bir çocuk gibi, yorgun bedeni sıkıyordu. Bir biri, bir diğeri yanaklarından öpüyordu. Her ikisi de ağlamamak için kendilerini tutmaya çalışıyorlar, iç dünyalarındaki ümitsizliği hissettirmemeye gayret ediyorlardı.
- Bu gün çok iyi gördük seni, iyisin, iyisin.
Kendileri de inanmıyorlardı bu sözlere. Karşıdaki insanı nasıl inandıracaklardı?
Bir an içeriye sessizlik hâkim oldu. Siyah, simsiyah bir sessizlik ortalığı çepeçevre kuşattı. Belki birkaç saniyelik, asırlar süren birkaç saniyelik bir sessizlik çökmüştü odanın hastalıklı bünyesine. Hasreti anlatabilmek için ayrılıktan parçalanmış yürek bulmak gerek. Çaresizlik de öyle değil miydi? Onulmaz dertlere düşmenin ıstırabı derdi çekmeyene anlatılamıyordu.
Her iki kız kardeş karşısındaki Mustafa’larına, çaresizlik içinde yok olan, ellerinden kayıp giden gönüllerinin direklerine bakıyorlardı. Günden güne eriyen bu insana bir şey yapamamanın çaresizliği ile kahroluyorlardı.
Ertesi günün sabahı… Hücrelerin ölümünü yavaşlatan bir ilaç verilmişti Mustafa’ya. Birkaç gündür duyan, duyduğuna cevap veremeyen koca çınar, dillenmeye yeni başlayan bir çocuk sevinciyle konuşmaya başlamıştı Uşak’tan gelen misafirleriyle koyu bir sohbete başlamıştı. Gerçi misafir onlar mıydı, kendisi miydi, bilemiyordu. Karısı, otuz yıllık yol arkadaşı, sır ortağı Sevgi ve oğlu Naci de yanındaydı.
Eski günler geri mi geliyordu? Çocukluktan, gençlikten, geçmişin güzelliklerinden, hüznünden, acılarından; yapılan ve yapılamayanlardan her şeyden konuşuyorlardı. Mustafa çok mutluydu. Mutluluğun gülleri yüzünde hare hare açılmıştı. Gözlerinin içi gülüyordu.
- İyisin maşallah ağabeyciğim, canım ağabeyciğim…
- İyisin ablam iyisin, çok şükür Allah’a…
Kendisini bir Filiz ablası teselli ediyor, bir Nesrin, moralini yüksek tutmaya çalışıyordu.
Düne göre gerçekten iyiydi. İyi olmaya inanmak istiyordu. Dili döndüğünce, gücü yettiğince akşama kadar sohbet ettiler. Çocuklarından geleceğinden, gelecekten, kendi geleceğinden (!)
Hele şuradan bir çıksın, hele şu hastalığı bir atlatsın neler yapacaktı neler… Ereğli’ye yazlık ev yaptıracak, Uşak’a ziyarete gelecek, Elazığ’a gidecek, Nezahet ablasının balından bol bol yiyecekti. Yarım kalan Karadeniz hayalini gerçekleştirecekti. Birkaç güne sıkışan ömrüne ömre sığmayacak günlerle dolduracaktı. Her bir saniyesini bir asır gibi yaşayacaktı. İyileşecekti. Gözlerde birkaç damla yaş, dualarda iki üç kelimelik söz olmayacaktı. Yaşayacaktı.
Gece yarılarına kadar sohbet etmeyi ne çok özlemişti. Gün bitmesin istiyordu. Onlar konuşsun, kendisi dinlesin; kendisini konuşsun, onlar dinlesin. Kelimeler hastalıklı odanın duvarlarına kelebekler gibi konuyor, duvardan havalanıp kanat çırpıyor, yarınını müjdeliyor yeni bir hayatın başlangıcını fısıldıyordu. İçeriyi adeta bahar çiçekleri doldurmuştu. Ümitlerle açan, gözyaşlarıyla sulanan, dualarla beslenen bahar çiçekleri…
Yorulmuştu. Biraz uzanmak, dinlenmek istedi artık onlar konuşuyor, kendisi dinliyordu. Zaman oluyor kelimeler silikleşiyor, ince karartılar halinde gözlerinin önünde uçuşup kulağına yol alıyordu.
Ömrü azalıyor muydu ne? Nefsiyle, geçmişiyle, hatıralarının acı ve tatlı kesitleriyle muhasebe yapmaya başlamıştı. Bu dünyanın bir rüya olduğunu biliyordu. Ama bu rüyanın bu kadar kısa sürmesini istemiyordu. Tozun ve toprağın rüzgâra perde olduğu gibi, şu kısacık ömür gerçek hayatın örtüsü olmuş, ebed âlemini bu şalla örtmüştü. Şal artık yere düşmek üzereydi.
O gece neler konuşulmadı ki… Evliliğin ilk yıllarında çekilen sıkıntılar, işsiz kaldığı günler… Çiftlikte geçen define bulma hayalleriyle süslenmiş yokluk günleri…’’Kara Mustafa’m’’ diyen sesin bir gece ansızın sustuğu o gün… Üvey anayla başlayan çileli yolculuk… Huzursuz, tatsız, cefa dolu seneler… Evin büyük erkek evladı olmanın verdiği sorumluluk, zaman zaman kendisine reva görülen haksızlıklar, dışlanmışlık…’’Üveyin üveyi’’ olma duygusunun ruhunda açtığı derin izler… O gece bir ömür, elli bir yıllık hayat, bir çırpıda, özet halinde yâd edilmişti. Kimi zaman gözler
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
ÜMİTSİZ BEKLEYİŞ (PART_1)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Cumali Kalıp sevenlerin buluşma noktası... :: Biricik Hocamız Cumali KALIP :: Cumali Hocamız ve çok değerli yazıları...-
Buraya geçin: